Dünyanın en ünlü, en büyük piyanist ve bestecilerinden biri olan Frederic Chopin, 1 Mart 1810’da Polonyalı bir anne ile Fransız bir babanın çocuğu olarak dünyaya geldi. O nedenle iki kültür içinde büyüdü; babasından Fransızca, annesinden piyano öğreniyordu. Daha dört yaşındaydı piyanonun tuşları arasında gezinmeye başladığında. O denli sevmişti ki piyanoyu; “Piyanoca konuşuyorum,” demekten kendini alamıyordu. Öyle de hızlı ilerliyordu ki adını daha o yaşlarda bile duyurmaya başlamıştı.
Bu beyaz tenli, uysal, sevimli, neşeli, uzun ve narin parmaklı çocuk, sadece piyanosu ile değil; güzelliği ile de kalplerde yer edinmişti.
Daha sekiz yaşındayken bestelediği Polonez’den tüm gazeteler övgüyle bahsediyor, onun için “Küçük dâhi” diyorlardı. Varşova’daki evlerinin önü, pencereden bir bulut gibi süzülen, kelebekler gibi kanat çırpan notalarını dinlemek isteyenlerle doluyor, küçük bestecinin ünü hızla artıyordu. Bunu da hak ediyordu. Çünkü o günlerde yaptığı besteler ile yirmi yaşındayken yazdığı mazurkalar ve noktürnler son yıllarında yazacağı besteleri kadar başarılı olacaktı.
Bir gün geldi, kapılarının önünde bir araba durdu. Bu araba saraydan gelmişti ve saraya davet ediliyordu.
Artık o kadar da ünlenmişti ki saraylardan saraylara, konaklardan köşklere davet edilir olmuştu. Herkes yeni bir Mozart doğduğunu söylüyordu. Ülkesi Rus işgali altındaydı ama halkı onunla gurur duyuyordu.
Besteleri hızla çoğalıyordu. Çeşitlemeler, mazurkalar, Polonezler, noktürnler, etütler, prelüdler, impromptüler, valsler ve birçok sonat, tarantella, barkarol birbirini izliyor, bu arada çok iyi derecede Fransızca ve Almanca öğreniyordu.
1826 yılında liseyi bitirip, Varşova Konservatuarı’na kaydoldu. Öncesinde zaten büyük bir piyano virtüözü olmuş ve bestecilik kuramını gayet iyi öğrenmiş olan Frederic Chopin, üç yıllık eğitimden sonra konservatuardan büyük bir başarıyla mezun oldu. Bu öyle büyük bir başarıydı ki piyano derslerini veren hocası; “Artık sana verebileceğim bir şey kalmadı. Bundan sonra dehânla, kendi kanatlarınla uçmalısın.” diyerek hayranlığını dile getirmişti.
Yıllar yılları kovalamıştı ama henüz yurtdışına hiç gitmemiş olmasına karşın besteleri oralarda da çalınmaya başlamıştı.
Dünyada müziğin beşiği olan Viyana kentindeki Karntnerthor Tiyatrosunda en seçkin müzikseverlere ilk konserini verdiğinde henüz ondokuz yaşındaydı ve salon alkıştan inliyordu. Çaldığı eser Op. 14 Rondo Krakowiak idi.
Sadece müzik üzerine çalışmak ve konserler vermekle yetinmiyor, bir yandan da doymak bilmez bir iştahla Goethe, J. J. Rousseau, Schiller, Byron gibi çağın büyük edebiyat ve fikir adamlarının, şairlerinin yapıtlarını okuyordu.
Ama bu soluk renkli, heykel güzelliğindeki insan ne yazık ki verem hastalığına yakalanmıştı. O nedenle nemli hava ciğerlerine hiç iyi gelmiyordu.
Polonya’dan ayrılmak, Paris’e gitmek, dünyaya açılmak istiyordu ama yurdunun hasretine nasıl dayanacağını bilemiyordu. Ülkesi için bunu da yapması gerektiğine inanıyor ve işte gidiyordu. Hemşerileri gümüş bir kutuya koydukları vatan toprağını uzatırken, “Nerede olursan ol, doğduğun toprakları unutma. Gönlündeki ateşle sev onu,” demişlerdi ki o zaten ateşle seviyordu yurdunu.
İçinde derin bir hüzün vardı. Ülkesinin Rus çizmeleri altında ezilmesine karşı ne ile savaşacağını çok iyi biliyordu. O da müzikti.
Paris’e vardığında hiç yabancılık çekmedi. Ne de olsa damarlarında dolaşan kanın yarısı da Fransız kanıydı. Paris’in havasına kısa zamanda uyum gösterdi. Özel dersler ve konserler vermeye başladı. Öğrencilerine şu öğütlerde bulunuyordu:
“Kendiniz olun. Doğa ile bütünleşin. Esen rüzgârdan başka bir şey dinlemeyin. Kendinize güvenin. Yepyeni bir dünya yaratmaya çalışın.”
Artık sanatı çoktan müzik tarihinin altın sayfalarında yer almaya başlamıştı. Büyük dehâsı sayesinde kısa sürede mükemmelliğe ulaşmış, dünya çapında bir besteci olduğu kadar büyük bir piyanist de olmuştu.
En iyi arkadaşları yine iki büyük müzisyen olan Liszt ile Mendelssohn’du. Kalabalıklardan kaçıyor, saray ve konaklarda konser vermeyi tercih ediyor, bir arkadaşına yazdığı mektupta ise nelere değer verdiği hakkında şunları söylüyordu: “Ruhum devrimci. Paraya, pula, şatafata önem vermem. Benim tek değer verdiğim şey sevgi, arkadaşlık ve dostluktur.”
Artık dehâsı, kıskançlık duyan besteciler tarafından dahi saygıyla karşılanıyor, alkışlanıyordu. Hepsi de; “Bambaşka bir müzik anlayışı ve piyano çalışı var,” diyordu.
Bütün bu güzel gelişmeler olup biterken hastalığı gün geçtikçe ilerliyordu. İlk aşkını bulmuştu ama kızın babası hastalığı nedeniyle nişanlanmalarına izin vermeyecekti. Chopin’se hastalık lâfını duymak istemese de öksürük nöbetleri peşini bırakmıyordu. Acısını ancak duygu yüklü besteleriyle unutabiliyor, davet alınca kendini hemen bir başka ülkede buluyordu. O ülkelerden biri de İngiltere idi.
Londra’nın yağmurlu ve puslu havası sağlığına hiç de iyi gelmemişti. Hemen Paris’e döndü.
Hem aynı yaşta, hem de birbirilerinin rakibi olmalarına karşın müziğini en iyi anlayanlardan biri de yine büyük bestecilerden Schumann’dı. Chopin’in yapıtları için; “Besteleri çiçekler içine saklanmış toplar gibidir,’ diyordu.
Ülkesini işgâl altında tutan Rus Çarı Nikolay tarafından Moskova’ya davet edilince hiç düşünmeden ret cevabı verdi. “Sevgili ülkemin bağımsızlık savaşında silâhla değil ama kalbimle, müziğimle savaştım. Teklif ettikleri altınlar, unvanlar umurumda değil,” diyordu.
Düzenli olmaya çok sever, öğrencilerine her zaman disiplinli olmalarını öğütlerdi.
Bir gün, bir kontesin evinde konser veriyor, hasta olmasına karşın parmakları tuşların üstünde kelebekler gibi uçuşuyordu. Konserini bitirmişti ki ünlü yazar George Sand’le tanıştı. Birden canlanmış, yüzüne renk gelmişti. George Sand; “Bu yazı geçirmek üzere sizi Nohnat’taki çiftliğime davet ediyorum. Köy çok güzeldir, sağlığınıza da çok iyi gelecektir,” dedi.
Bu sözlere çok üzülmüştü. Çünkü sağlığını hatırlatmaları, ona acımaları hiç hoşuna gitmiyordu. Ama kadın o kadar şefkat dolu, sevecen bir tonla iletmişti ki davetini; güneşi, mavi bulutları, kırların, çiçeklerin kokusunu içine çekmek için kabul etti. Sanat tarihine geçen dostlukları başlamış, yola koyulmuşlardı. Yol dağlara doğru gidiyordu. Manzara karşısında derin bir nefes alarak gülümsedi. Sand’e döndü. “Sanki cennetteyiz. Göreceksin ne güzel besteler yapacağım burada,” dedi. Artık yeni bir sayfa açılıyordu yaşamında.
Ancak talihsizlik peşini yine bırakmamış, çiftliğe vardıktan sonra ateşi tekrar çıkmış, öksürükleri artmıştı. Sand’in kollarına bıraktı kendisini. Hasretle andığı ülkesi Polonya’yı, oradaki çocukluk günlerini, ailesini, arkadaşlarını anlattı bol bol.
Hastalığına karşın piyanosunun başından kalkmıyor, aralıksız beste yapıyordu. Arkadaşı Liszt, Prelüdleri dinlediği zaman şöyle diyecekti: “ Bir çırpıda yazıldığı belli olan bu parçaların her biri dehânın çevik kanatlı eserleridir.”
Chopin bestelerinin özetiydi bu: Kısalık içinde kusursuzluk. Ölüm yakınında olduğu için mi bilinmez, duygularını kısa ve öz yansıtmaya çalışıyordu. Eserlerinde bir zıtlık görülüyor; bir yanda heyecan, coşku, isyan, haykırış; diğer yanda ise yumuşaklık, masumluk, sevecenlik, tatlılık hissediliyordu. İki kutbun ikisini de aynı eserinde bulmak mümkündü. Ama bu zıtlık birbiriyle çatışmıyor, tam tersine; melodi içinde birleşiyordu. Orkestra için çok az eser yazmıştı ama bütün eserlerinde bir orkestra zenginliği barındırıyordu.
Beste yapmaktaki büyük başarısını piyano çalmakta da gösteriyordu. O günlere kadar görülmemiş bir ses zenginliğiydi bu. Yaradılışından gelen romantik, içten, çekingen, alçakgönüllü hâli eserlerine de yansıyor, dinlenirken duygular kanatlanıyordu.
Gece gündüz çalışıyordu ama besteleri yazmak hiç de kolay olmuyordu. Gece yazdığını sabah, sabah yazdığını gece beğenmiyor, sinirli bir şekilde piyanosunun başına geçip, hırsından dayanamayıp gözyaşı döktüğü bile oluyordu.
Bazen de parmakları tuşların üstünde o kadar hızlı gidip geliyordu ki beynindeki notaları çalmaya yetişemeyeceğinden korkuyordu.
O gün yine çalıyordu. Dostu George Sand sessizce odaya girdi. “Aman tanrım!” dedi. “Bu ne olağanüstü bir eser! İnsanın içini ne kadar da güzel ürpertiyor. Nedir bu?”
Chopin gülümseyerek “Bir marş,” dedi. “Ölüme meydan okuyan bir marş” ve devam etti: “Daha önce yazmıştım. Ona sadece bir son ekledim. Bazen zamana bırakmak lâzım bazı şeyleri. Sabır en büyük öğretmendir çünkü.”
Sand ise öylesine kendinden geçmişti ki hayretle, “Marş mı? Sanki cenaze marşı,” diyebildi sadece. Dostunun ağzından istemsizce çıkan bu sözlere çok üzüldü Chopin. “Öyle mi? Öyle olsun. Bu bir cenaze marşı,” dedi, gülümseyerek.
Ama her şeye karşın mutluydu Chopin. Çünkü çalıştığı sürece sorun etmiyordu hastalığını. Günler günleri kovaladı. Kış soğuk yüzünü gösterince daha da hastalandı. Bunun üzerine iyileşmesi ve dedikodulardan uzak durması için İspanya’nın Mallorca Adasına gitmeyi önerdi arkadaşı Sand. Başka çaresi de yoktu zaten. Nitekim gittiler de. Oradayken Mazurka Mi Minör No. 2, Polonez La Majör ve Op. 28 Prelüd gibi eserlerini tamamladı. Bu prelüdler gün gelecek, kendilerine özgü içerik ve etkili ifade zenginlikleriyle piyano sanatının incileri kabul edilecekti.
Paraları azılmıştı. Bunun üzerine tekrar Paris’e döndüler. Chopin ününün doruğundaydı artık. Konserler ve özel dersler vermeye devam etti.
Yaşamı işte böyle parlak başarılarla geçiyordu ama ne yazık ki her an ölümün soğuk yüzünü de ensesinde hissediyordu. Bu arada ağzından kan gelmeye başlamış, yetmezmiş gibi bir de babasının ölüm haberini almıştı. Böyle kötü günleri ancak parmakları piyanosunun tuşları üstünde gidip gelirken unutabiliyordu.
Bir yandan yurduyla ilgili haberleri takip ediyordu. Polonya Ruslara karşı yeniden savaşa girmişti. İçinde büyük bir umut doğdu. Hastalığının en tehlikeli döneminde olmasına karşın daha da hırslanmış, yaşama yeniden dört elle sarılmıştı. Nitekim Polonya halk sanatının zenginliği, anavatanının ruhu esin kaynağı oluyor, onları aralıksız notalara döküyordu. Dahası bununla bile yetinmiyor, ulusunun folklorik müziğini, kendinden melodiler de ekleyerek daha da zenginleştiriyordu.
Polonezlerini, doğup büyüdüğü anavatanı Polonya için yaratmış, düşman baskısı altında inleyen halkının acılarına karşı ruhunun isyanlarını, başkaldırışını haykırmıştı. Sonrasında ise özlemlerini, hasretini, milli duygularını müziğine daha yoğun şekilde döküyor, bir yandan da ülkesinde bağımsızlık konserleri vermeyi düşlüyordu. Düşlüyordu ama yaşam ışığı gitgide sönüyordu. Yüksek ateş bütün bedenini tutsak almıştı. Bir yandan sona yaklaştığını hissediyor, bir yandan da dostlarına ölümünden sonra yapılmasını istediklerini anlatıyordu. Onlardan biri cenaze töreninde Mozart’ın Requiem (Ölüm İlâhisi) adlı yapıtının, çalınması idi. Diğerleri de ünlü İtalyan ressam Bellini’nin yanına gömülmesi ve yarım kalan bestelerinin yakılmasıydı. Ve tarihe geçen şu vasiyeti: “Kalbimi Polonya’ya gömün.”
Dostları hiç yalnız bırakmamışlardı ve işte yine yalnız değildi.
Özellikle Liszt başucundan bir dakika bile ayrılmıyordu. O gece, 17 Ekim 1849 gecesiydi. Alnından soğuk terler boşanıyordu. Bir ara gözlerini araladı. Dostlarına son bir kez baktı, gülümsedi. Kısacık yaşamının son nefesini vermişti.
“Mabedim” dediği evinin kapıları ardına kadar açıktı. Sevenleri hıçkırıklar içinde son görevlerini yerine getiriyorlardı. Çiçeği çok sevdiğini bildikleri için de yatağını çiçeklerle donatmışlardı.
Tabutu Pére-Lachaise Mezarlığına götürülürken Paris’in bütün ünlü isimleri oradaydı. Büyük hayranlık duyduğu ve ölümünde çalınmasını istediği Mozart’ın Ölüm İlâhisi adlı eseri çalınıyordu. Mezarının üstüne Varşova’dan getirilen toprak serpildi.
Duygulu kalbi daha sonra yerinden çıkarılarak çok sevdiği ülkesi Polonya’ya götürüldü. Böylece de kalbinin Polonya’ya gömülmesi için yaptığı vasiyet yerine getirilmiş oldu.
Müzik tarihinin büyük ismi artık rahat uyuyabilirdi.
Comments